Her Türk erkeğinin hayatının bir döneminde deneyimleyeceği serüven: askerlik. Eskilerimizin askerlik anılarını günümüz şartlarıyla dinlediğimde “Vay be! Nasıl dayanmışlar.” diyordum. Halen daha askeri sistemin katı kuralları bulunuyor olsa da sunulan imkanlar o dönemlerde şimdiklerin yarısı bile değilmiş. Bugün ayağı doğru düzgün topra bile görmeden teskere alan askerlerimiz var.
İlk askere gideceğimi öğrendiğim zaman biraz panikledim. Çalışıyordum ve iş/güç dengesini nasıl rayına koyacağımı, askerdeki birtakım ihtiyaçlarımı nasıl karşılayacağımı düşündüm. Her ne kadar ikmal tarafı hepimize yetecek kadar sunulsa da şahsi tarafta da bir maddi kaynak oluşturmak önemliydi. Bu işin çarşısı, arada kafa dağıtması var. Hatta en basit haliyle bize tıraş olmamız için verilen jiletler bile sınırlıydı. İşten ayrılıp teslim günümü beklediğimde her şeyi akışına bırakmaya karar verdim.
Askerliğe teslim olacağım gün geldiğinde büyük bir kalabalığın arasında nizamiye girişine yöneldim. Aileler evlatlarını uğurlamak için gelmişler ve vedalar epey uzun sürüyor. Asker ocağı sonuçta, bu işin sonu ta 12 ay sonra. Teslim olmaya tek başıma gelmiştim. O yüzden hiç oyalanmadım ve kalabalığın arasından biraz içimin burukluğuyla geçtim. O an arkamdan el sallayanın olmaması biraz kötü hissettirdi. Ama zaten hayatının son yıllarını apartlarda ve tek başına geçirmiş biri olarak bunu sindirmem de kolaydı.
Teslim günleri yoğun olduğu için nizamiye geçişleri birkaç adımdan oluşuyor. Çavuşlar, komutanlar belirli aşamalarda pozisyon almışlar ve içeriye girenlerle ilgileniyorlar. Çantalar aranıyor, yasak maddeler tespit ediliyor ve biraz da alaycı tavırla bizle ilgileniyorlardı. İnternetten araştırdığım kadarıyla ben hazırlıklıydım. Üst ve çanta aramalarından sorunsuz geçtim ve hangi bölüğe alınacağım belirlendi. Bölükteki diğer arkadaşlarla birleştik ve sayımız tamamlandığında sıralı halde çantalarımızı bırakmak üzere koğuşlara yöneldik. Başımızda bir usta asker. Arkasına yüzlerce çömezi almış, alay etmeden durur mu? “Sizin askerlik bitmez oğlum, daha yolunuz uzun, bu işin usta birliği var, ölme eşşeğim ölme”. Kimilerimiz sinirlenirken kimilerimizi korkunun kapladığı yüzlerinden belli oluyordu. Ama tüm bunları çok kez yaşayacağımız için askerlik çoktan başlamıştı bile.
Jandarmalar yeşil değil miydi?
Jandarma kamuflajı bizim dönemimize kadar yeşil tonlardaydı. Kaderin bir oyunu olsa gerek, bizle birlikte masmavi bir kamuflaj kararlaştırılmıştı. Başta bunu komutanlar da dahil herkes çok garipsemiş. Komutanlar da dahil tüm teşkilat bu tonu giymeye başlamıştı bile. Kabullenmesi uzun sürse de bir yerden sonra havalı hissettiriyordu. Şimdiden söyleyeyim, bu kamuflajın serüveni çok sürmedi. Birkaç ay sonra usta birliğinde bu kamuflajın rengi koyu lacivert olarak değişti. Tabi bize askerliği mavilerle bitireceğimiz söylendi. Çünkü yeni kamuflajlar yeni gelenlere yetecek kadar geliyordu.
Koğuşlar şans işi. Askerde nereye düştüysen kaderin de hemen hemen belli oluyor. İzmir bu anlamda gayet donanımlıydı, sıcağı dışında. Yemekler oldukça bol, su ve dinlenme alanları da yeterliydi. Tek sorun psikolojik eziyetlerdi. Göze batmamayı başaranlarımız bu eziyetlerden en az zararı aldılar. Sadece bir günün aktivitesi bile deli gibi terlememize ve kirlenmemize neden oluyordu. Bu yüzden duşlar da ayrı bir problemdi. Belli saatlerde girebildiğimiz, daracık kabinlerin olduğu banyolarda duş alma süremiz 5 dakikaydı. Sonrasında su direkt kesiliyordu. O 5 dakika acemi birliğinin en güzel dakikalarıydı. Elbette sayımız çok olduğu için iyi niyetli usta askerler sayesinde birkaçımız gece saatlerinde duş alabiliyorduk. Hem daha sakin hem de 5 dakikamız biraz daha rötarlı olabiliyordu.
Eğitimlerin dışında herkes kafa dengi gördüğü kişilerle gruplaşıp sohbet ediyordu. Kalabalık ortamda arkadaşlarını seçmek çok da zor olmuyor, seçenek bol. Tam sıkı dostluklar kazanmaya başlıyorsun, dağıtım olacağın aklına geliyor ve birilerine o kadar da bağlanmamayı seçiyorsun. Çünkü asıl olay usta birliğinde. O dönemlerde acemi birliklerinde eskiden kalma ankesörlü telefonlarla telefon kartı alıp ailelerimizle görüşme yapabiliyorduk. Dakikamız sınırlı olduğu için kapatıp geri aramalarını istiyorduk ve böylece daha uzun konuşabiliyorduk. Ankesörlü cihazların her biri bir sabit hatta sahipti. Her askerin ilk telefon görüşmelerinde muhakkak aldığı tepki “Oğlum sesin kısılmış senin.” olmuştur. Eğitimler bizi hem fiziksel hem de psikolojik olarak zorluyordu. Hayatında ilk kez silah almış adamlar atış yapıyor, silahı tanıyor, askeri sistemi, marşları öğreniyor. Bir yandan da toplu cezaları…
Acemi birliğini pişmiş tavuk görünümüyle ve ailelerin katıldığı bir törenle tamamladık. İşin en uzun yolcuğu başlamak üzereydi. Birçoğumuz rütbeleri dahi öğrenememiş, silah sökmeyi bile görememişti; çünkü yerel seçimler nedeniyle askerliğe teslim tarihimizi ertelemişlerdi. Bu da bizim için 14 gün süren bir acemi birliği demek oluyordu. Yani usta birliğine aceminin de acemisi askerler olarak gittik.
Usta birliğinde bir acemi
Kütahya küçük ve imkanları tadında olan bir şehir. Kış dönemlerinde doğunun soğuğunu yaşatabilmek gibi bir yeteneğe sahip. Usta birliğine giriş acemiye göre daha heyecanlıydı. Çünkü o girişten sonra aylar boyu bir daha çıkışımız yoktu. Acemi birliğindeki kadar olmayan bir hassasiyetle nizamiyeden girdik ve dolabımızı, yatağımızı teslim aldık. O gün serbesttik. Görevlendirmeler hemen yarın başlıyordu ve herkes kendisine tanınan yol hakkına göre geliyordu.
“Sen necisin bakalım?”
Görev yerlerimiz belirlenirken komutanlar şu meşhur diyalogları kuruyordu. “Aranızda elektirikçi var mı?”, ‘o var mı bu var mı’ olayı anlayacağın. Ben birçoğuna el kaldıramadım çünkü esnaf işi bilmiyordum. Şansın da böylesi olsa gerek ya, grubum arasında gözlüklü, temiz yüzlü çocuk olarak görünmenin bir etkisi olsa gerek, bana “Sen necisin?” diye sordu komutan. O kadar sanayi kılıklı askerin arasında “Ben hemşireyim komutanım.” demek zor gelse de benim rotam belli olmuştu. “Ooo, sen ne arıyorsun burada, sen işimize alay binasında yararsın, ayırın bu arkadaşı.” deyip bir kenara alındım. Ben gibi birkaç okul bitirmiş bazılarımızla birlikte farklı bir binaya götürüldük. Tabi ne olduğundan bi’ haberiz. Bize yolda talimatlar veriliyor, üstümüz düzeltiliyor vs. Eski bir binadan yeni bir binaya geçince tedirgin olduk. Çünkü yeni binada neredeyse asker hiç yok ve herkes rütbeli, yani komutanlarımız. Olayın akışıyla öğrendik ki albayın habercisi olmak için aday olmuşuz. Bu kısmın konusu başka, o yüzden çok uzatmayayım; konuşmamla, disksiyonumla, duruşumla haberciliğe ben seçildim ve askerliğimin ilk görevi haberci olmakla başladı.
Haberciyken işimi ciddiyetle yaptım. “Haberci olursan nöbet tutmaz, bulaşık yıkamazsın.” kuralları benim bölgemde işe yaramamış olsa gerek, usta birliğinin ilk zamanlarında her şeyi yapıyordum. Sanırım sadece bulaşığı 1 kez yıkamıştım. Bunun yanı sıra diğer acemilerden farkım yoktu.
Haberci olmanın artısı da var, eksisi de. Örneğin albayın özel emrinde olduğum için diğer komutanlar bana çok fazla emir veremiyordu. Çünkü beni bir yere yolladıklarında albayın bana işi düşerse onların başı ağrıyordu. Tek kişinin emrinde olmak da o kadar güzel değil tabi. İşin eksileri de bu zaten. Albayın ruh haline göre oluşuyordu günün dengesi. Çiçek mi sulamadım dersin, köpek mi bakmadım, yoksa bağ/bahçe işiyle mi ilgilenmedim dersin… Hepsi albayın özel işleriydi ve emrindeki komutanlar dahil herkes albay için çalışıyordu. Başta anlamadığım işler olsa da zamanla sevdim ve askerde vakit öldürmenin en güzel yollarından biri oldu bunlar benim için.
Albay askerlerle neredeyse hiç muhattap olmazdı. Habercisi olsam da ben de dahildim bu duruma. Sanırım habercilik sürecim boyunca bana doğrudan kurduğu tek diyaloglar bahçede yanında olduğum zamanlardı. Tek sohbetimiz bahçede yetiştirdiğimiz çileklerden bana bir tane verdiğinde ve mesleğimle ilgili çok kısa sorular sorduğunda olmuştu.
Eski haberci olan asker günlerini sayarken benim daha askerliği bitirmem için 7 ayım vardı. Bu ‘sözde kıdemli’ makam askeri bir gün bir Pazar günü sakinliğiyle albayın makamına oturup ayak ayak üstüne atarak resim çekiliyordu. Ben de o sırada makamın rutin Pazar günü temizliğiyle ilgileniyordum. Şansa da bak, Pazar günleri gelmeyen adam (albay) o gün makamı bastı ve bizimkini enseledi. Bağrışmalar vs derken hepimizi bir anda kovdu. Bir suçum olmasa da olayın özünde diğer haberciyle memleketlerimizin aynı olması bahane edilerek ben de habercilikten anında kovuldum. Bir suçum yoktu ama gerekçe olarak ilginç şekilde onun gibi davranışlara evrilebileceğim düşünülmüş. Çünkü o da ben de İzmitli’ymişiz. Ne alakaysa. Çokta fifi. Her gün kendi botuma özenmediğim bakımı albayın parıltısı dinmeyen ayakkabılarına yapıyordum. İyi de oldu. Tabi haliyle daha 7 ayım olduğu için “Bu çocuğa ne görev verelim?” diye düşündü bölük komutanları ve beni garsonluğa terfi ettirdiler. “Terfi” diyorum çünkü haberciliğin yanında garsonluk yapmak bence net şekilde bir terfidir. Askerdeyiz okuyucu dostum, çok da mantık arama.
“Garson olacaksın.” dediklerinde “Ben evde tabak taşımamış adamım, anlamam.” da diyemedim tabi ve garson görünümlü bulaşıkçı oldum. Tabi her görev yerinin usta askerleri söz konusu olunca bulaşıkçı olmak kaçınılmaz. Her öğle yemeğinde kamutanlardan arta kalan yığınla bulaşığı tek başıma yıkıyordum. Fakat çalışma ortamım güzeldi. Rütbeli yığınından uzak, doğa ve manzarası bol bir ortama sahiptik. Arada tavuklarla bile ilgilenmek vakit geçirmemi sağlıyordu.
Bir çarşı izninde usta askerlerden birkaçı beni internet kafede takılırken görmüş. Bilgisayarla uğraştığımı görünce anladığımı düşünerek idari işler astsubayına benim adımı vermişler. Peki olay ne? Eski yazıcı terhis olacak, gün sayıyor ve gidecekmiş. Yerine yeni yazıcı bakılıyor. Ama anlayan ve eli yüzü düzgün birilerini radara almaya çalışıyorlarmış. Çok geçmeden komutanlar beni odalarına çağırdı ve bilgisayar bilgimi sordular. İşin özü hepsinden daha fazla bilgim varmış ki Excel’in içinden geçtim. E tabi yazıcılığa da kabul edildim ve askerliğimin kalan 6 ayını yazıcı olarak bitirdim. Bu 6 ay benim için çok güzeldi. Bir komutanla beraber idari tarafa ait bir yığın iş yaptık. Eski kafa işlerin birçoğunu adam ettik sayemde. O da yaşlı olduğu için bilmediği birçok evrak sistemini birlikte düzenledik. İş yükünü benden sonrasında da rahat olacak şekilde hafiflettik. Bölük komutanına disiplinli ve titiz çalışmam sürekli övüldü. Hatta sağ olsun özel işlerini bile bana yaptırdı. Komutanlar beni daha çok tanıdı ve sevmeye başladı. İşin finalinde karakterim bilindiği için güvenilir bir asker oldum. Sadece komutanlar değil, askerlerle daha çok konuşur oldum. Çömezleri gördükçe abileri/arkadaşları oldum. Onların gözünde ‘usta asker’ farkını hiç yansıtmadım. Onlarla eşittim, ama daha bilgiliydim. Bana ayak uydursunlar istedim ve kimseye kötülük yapmadım.
Öyle ya da böyle teskeremi alacağımdan bir günün öncesinde terhis oldum. Evet 12 ay -1 gün şeklinde bitirdim ve memleketime döndüm. O dönemde TBMM bünyesinde gündemde olan ve karara bağlanan askerliğin düşmesi bana sadece -1 gün için yaramıştı. Yani benle birlikte 6 aylık askerler de terhis olmuştu. Eve döndüğümde ise en çok sevdiğim şey evin halısıydı. Tabi bir de özlediklerim. Anlayacağınız her asker gibi buraya sığdıramayacağım kadar daha çok anım var. İşin finalinde bölük komutanımız haklı çıkmıştı:
“Burayı özleyeceksiniz. Burayı iple çekeceksiniz.”
Böyle işte. 🫡
Bir yanıt yazın